When The Cat Comes (1963): Devrimci Sinemada Alegorinin İşlevi
- Mete Yaran & Bahadır Koçak

- 26 Kas
- 5 dakikada okunur
Renklerin İçinden: Çek Yeni Dalgası’nda When the Cat Comes ve Totalitarizm Alegorisi
Bir varmış bir yokmuş. Bu olay gerçekten yaşanmış… Kirden paslanmış, çehresinde Samanyolu’nun bir gezegenini taşıyan bu evrende; düşünebilir mi insan kötülüğün yok olduğunu, kalplerinse içtenlikle birbirine açıldığını? Kıymetli yönetmen Vojtěch Jasný, büyük umutsuzluklar içinde var olan bu dünyayı, hayal gücünün esnekliğinde şiirsel bir biçimde gösterebiliyor.
Çekya’nın “Telč” kasabasında çekilen bu 60 yıllık fantastik sanat eseri, izleyicisine çevresini ve varoluşunun temalarını sorgulatmaya rahatlıkla yol açıyor.
Dönemin Çekoslovakya’sını anlamak, filmi tanımak adına önemli bir adım olsa gerek. 1950’lerde Stalin’in baskı iktidarı ardından, 1956’da Sovyetler’deki “destalinizasyon süreci” görece Çekoslovakya’da da kültürel bir serbestlik yarattı. Bu sansür esnemesinin getirdiği imkanlar dahilinde, genç yönetmenler toplumsal konuları daha özgür biçimde ele almaya başladılar.
Fransız Yeni Dalgasına da hoş bir alternatif olabilen Çek Yeni Dalgası böylece harekete geçti. 1968’de “Prag Baharı” olarak adlandırılan liberalizasyon uygulamalarına rağmen direniş gösteren bu dalga, ta ki 1970’lerde “normalizasyon dönemi” geldiğinde bayrağı teslim etti. Güç iktidarları yaşamda var olmuş, olmaya da ne yazık ki devam etmekte. Ancak “When the Cat Comes” filmi insanlık onuruna oldukça hoş bir taraftan, baskı iktidarının ironisini ele alır. Çamura bulanan yalnızca sistem olmamış, insanlar da payını almıştır; renklerinden arınamayarak.

Leyleğin Ölümü
Partiye ve şahsiyetlere olan zorunlu bağlılık, tüm tekdüzeliğiyle sahnelere sıçrar. Sovyetler tuvali Çekoslavakya’da git gide grileşmeye, fikirler ve entelektüel bilgi ise her geçen gün darbe almaya devam etmektedir.
Tüketim ve statünün yükselişte olduğu Telč kasabasının yozlaştığını görürüz. Önde gelen iktidar başlarından Karel, bir ilkokulun müdürlüğünü yapmaktadır. İhanete ve otoriteye aç olan müdürün bir tutkusu da avlanmaktır. Işıl ışıl bir günün sabahında, havada uçuşan birkaç leylek görürüz. Öğretmenlik yapan Robert, bu anı kaydedip öğrencilerine göstermek hevesiyle hemen fotoğraf makinesini evden alıp çıkar. Robert, leyleklerin uçuşunu görüntülemeye çalışırken diğer yandan farklı arzuları olan müdür ve yardımcısı -namı diğer temizlik görevlisi- çıkagelir. Müdürün elinde tüfek vardır, leyleği nişan alır ve onu vurur. Yardımcı, leyleğin bedenini hemen alıp müdüre gösterir. Amaç, leyleğin içini doldurmak ve çocuklara müzede göstermektir. Kasaba halkı Robert (öğretmen) dışında sessizdir, keskin tepkiler vermezler. Filmin kurduğu alegorik evrende leylek, özgürlüğün ve dönüşümün bir temsilidir. Masalın sihirli dünyasına giriş tiradını bozacak kadar sert olan bu yok ediliş, aslında kasabanın ruh hâlini de önceden haber verir: durağanlık, yeniliğe karşı gizli direnç ve canlı olanın toplumda bastırılması.

Gerçekliğin Maskeleri: Sirkin Kasabaya Gelişi.
“Özgürlük bir bakıma zincirlerden kurtulmak demektir; ama başka bir anlamda, kişinin yönünü kendi başına bulmak zorunda kalmasıdır. Birey eğer bu yeni sorumlulukla baş edemezse, daha önceki otoritelere ya da onların modern versiyonlarına sığınabilir.” Erich Fromm- Die Furcht vor der Freiheit
Gözcü Amcanın masalsı anektodu ardından büyüleyici müziklerle kasabaya giriş yapan gözlüklü kedi ve onun gizemli sirki, hikayenin belki de en vurucu kısmına geçişi sağlar. Çünkü özgürlük ve hayal gücünün kokusudur uzaklardan gelen.

Sirk, bilinmezlikten doğan şaşkınlıkları, şaşkınlığın getirdiği rahatlamayı, sonunda ise yüzleşmeye açılan karanlık ama parlak bir gösteriyi masum halka (!) sunar. Başta herkes eğlenmektedir; izleyici kitlesini pek iyi tanıyan bu oluşum, onları nasıl tuzağına çekeceğini çok iyi bilmektedir.
Ancak semboller renklerle bağdaşmaya başlar. Sihirbazın dağıttığı renkli kâğıt çiçekler kayıtsızca hırslı izleyenlere ulaşır. Sarı, mavi, mor… Kırmızı gözükmüyordur ortalıkta. Sonuçta aşkın ve tutkunun rengidir ya kırmızı; o olmadan ne uçan kuşun ne de yazılanın anlamı kalır yeryüzünde. Kırmızılara bulanmış bir kadın ile gerçekleri apaçık gözler önüne seren bir kedinin hikayesi şimdi başlıyor. Fakat izlemeye heyecan bulmuş okurların keyfini bölmek istemediğim için, analizin devamını daha deneysel bir formda sevgili Bahadır’a teslim ediyorum.
Anadolu Sineması ve Devrimci Sinema Üzerine Düşünceler
Bundan iki hafta önce sevgili Mete ile birlikte, bir kolektif kapsamında düzenlenen “Anadolu Gerçekliği ve Politik Sinema” başlıklı atölyeye katıldım. Bu atölyeden önce aklımda zaten When the Cat Comes üzerine bir yazı yazmak vardı ama atölye boyunca fark ettim ki, bu filmi ele alırken farklı bir yola sapmak çok daha ilginç olacaktı. Sonuç olarak, bu filmi “politik sinema” perspektifiyle düşünerek yazıya temel oluşturmayı seçtim.
Atölyeyi özetlemek gerekirse; konuşmalar Anadolu sinemasının neler yapabileceği, bir Anadolu sinemasının nasıl mümkün olabileceği üzerineydi. Bu doğrultuda Anadolu’da geçen devrimci filmler üzerine konuşuldu. En önemlisi ise Anadolu’nun politik bir sinemaya mekân olabileceği fikriydi. Tarihi, kültürü ve bugünüyle Anadolu’nun kapitalizm ve emperyalizm eleştirisi sunmak için ne kadar uygun bir zemin olduğu vurgulandı.
Ama atölyede değinilmeyen bir başlık vardı: bunun nasıl gerçekleştirileceği, dahası nasıl sunulacağı. Bu soru üzerinde atölye esnasında da sonrasında da detaylıca düşünme fırsatı buldum. Çünkü tüm atölye kapsamında ismi geçen yönetmenler, filmler ya da akımlar benim için fazlasıyla radikal ve bir yerde kendi kişisel seyir deneyimimde içimde pek de kıpırtı yaratmayan filmlerdi. Bu da beni devrimci sinema başlığı altında neleri beğendiğimi sorgulamaya itti.
Devrimci Sinemanın Unutulmuş Türleri ve Filmleri
Tabi ki büyük bir western hayranı olarak aklıma ilk olarak "spagetti western" ve bu türün alt türü olan "zapata western" içerisindeki birçok film geldi. A Bullet for the General, The Great Silence, Faccia a faccia, Massacre Time, Django, Compañeros, Il mercenario… Fakat bu soru üzerine biraz daha düşünüp western harici bir örnek bulmak adına hafızamı yokladığımda ise aklıma bir film geldi ki değinmek istediklerime çok güzel bir zemin oluşturuyordu.

Bu olay sonrası When the Cat Comes filmi üzerine olan yazımın bağlamını değiştirmeye karar aldım ve beni yazmaya başlatan soru şu oldu: Bu filmi beğenme sebebim, içimde gerçekten devrimci bir manada beni ateşleyen, harekete geçme isteğiyle dolduran şey ne?

Birine bu filmi tarif edecek olsam, “Herkesin bir gün deneyimlemesi gereken bir rüya” derdim. Bu rüya, Vojtěch Jasný’nin, Çek Yeni Dalgası çerçevesinde çektiği bir film. Küçük bir kasabada, insanların karakterlerini renklerle ortaya çıkaran bir kedinin çıkmasıyla başlayan toplumsal karmaşayı anlatıyor. Aşıkların kırmızı, sadakatsizlerin ve yalancıların sarı, hırsızların mora dönüştüğü bu film “Bir varmış, bir yokmuş, bu masal gerçekten yaşanmış” sözüyle açılıyor. Bütün filmde bu masalı deneyimlediğimizde ise izleyende bazı soru işaretleri oluşturması bu filmi benim için politik ve devrimci kılan tarafı.

Alegorinin İşlevi
Spagetti westernlerde ve When the Cat Comes’ta ortak olan şey, alegorik anlatım. Bence tüm bu hikayelerin insanların yüreklerindeki koru alevlendirmesini sağlayan şey de bu alegorik anlatım oluyor. Şayet bu filmlerin çekildiği dönemler siyasi ve ekonomik olarak ne kadar politik ve yozlaşmış dönemler olsa da bu filmlerin yaptığı ortak bir şey var ki o da vermek istediği mesajı alımlamayı izleyicinin kendisine bırakması, izleyiciye aktif bir rol vermesi. Bunu da özünde alegorik anlatımdan yararlanmaları sayesinde sağlıyorlar.

Walter Benjamin’in dediği gibi: “Alegorik imge, tarihin bir yüzüdür; fakat bu yüz, bir yıkıntı yüzüdür.”
Walter Benjamin “Alegorik İmge” kavramını simgeden ayırır. Özellikle “alegorik imge” bir cam vazo misali paramparça olmuş ve etrafa saçılmış tarihin çürümüşlüğünü ve yıkıntılarını gözler önüne serer. Fakat bunu yaparken bir araya getirdiği parçalar kendi başlarına bir anlam ifade etmez. Anlam o paramparça olmuş ve çürümüş zamana tanık olan alımlayıcının kendi çerçevesinde düşündükleri sayesinde devreye girer.
When the Cat Comes filmi de alegorik anlatımı sayesinde bize parçalar halinde yozlaşmış bir toplumu ve bu toplumun rezilliklerini gözler önüne serer. Bu adeta bir çocuk masalı kılıfına giydirilir ve bu sayede filmin bize gösterdiği şeyler soyutlaşır. Bu soyut imgelerin gerçeklikle olmasa bile hakikatle kesiştiği yerler mutlaka vardır ve izleyeni harekete geçiren, etik bir sorgulamaya sürükleyen bir hava filme hakim olmaya başlar.

Ortak Rahatsızlıklar
Tam olarak bu hava da filmin devrimci bir tutum sergilemesini sağlıyor. Şayet devrim hareketi gerektirir, toplumsal hareket içinse bir inanç gerekir. Bu inanç, insanların ortak bir idealde buluşmasını değil ortak şeylerden rahatsızlık duymasını şart koşar. İşte bu noktada alegoriler; toplumsal eşitsizlikleri, yozlaşmışlığı, ekonomik ve ahlaki çöküşü, güvencesizliği içinde bulunduğu zamandan ayrıştırarak gerçek rahatsızlığın ideolojiler ve iktidarlar üstü bir zemine taşır. Böyle bir zemin bir devrim için gereken beraberliği ve ortaklığı oluşturabilir.
Başta sorguladığımız soruya gelecek olursak: Politik anlamda beni ateşleyen, harekete geçme isteğiyle dolduran filmler bunu nasıl yapıyorlar? Bence bunun cevabı açık; kendi inandıkları ideoloji ne olursa olsun odak noktaları devrimi gerektiren durumları derleyip bunu alegorik bir biçimde, kendi ideolojik mesajlarını göz ardı ederek, sadece rahatsızlıklarından bahsederek ve bunları konu edinerek bir eser ortaya çıkarmaları onları diğer “devrimci filmler” den ayıran nokta oluyor.
İşte tüm bu bahsettiklerim bu filmi sadece bir çocuk filmi olmaktan çıkarıp herkesin ders alabileceği bir masala dönüştürüyor.








Yorumlar