Napoli'nin Melodileri: Parthenope'de Mekanın Müzikle Kuruluşu
- Helin Kınçak

- 3 Ara
- 6 dakikada okunur
Yazar Notu: Bu yazının bir çalma listesini hak ettiğini düşündüğüm için Arkaik Sinema ile birlikte Parthenope'de geçen şarkıları derlediğimiz bir çalma listesi oluşturduk. Bu link üzerinden çalma listemize erişebilirsiniz. Tavsiyem okurken bir yandan dinlemeye Io sono il vento ile başlamanızdır.
Düşünüyorum da, bu filmden çıktığım andan beri müziklerini dinlemediğim bir gün bile yok. Napoli’den dönüşümün ikinci ayıydı. Sadece orayı düşünüp, sadece orayı yaşıyordum. Gördüğüm her anda ve hissetmeye çalıştığım her duyguda oradaymış gibi canlandırıyordum her şeyi. Sanki Napoli dışında hiçbir yer gerçek değildi ve sanki orası dışında hiçbir yerde hissedemezdim.
İşte bu yüzden Parthenope adeta bir kurtarıcı gibi çıkmıştı karşıma. Günlerce Io sono il vento diye mırıldandığımı ve bahsettiği rüzgârı aradığımı hatırlıyorum; ve o rüzgârı hiçbir yerde bulamayışımı. Bir şeylerin içinden çıkamadığımda Exodus dinleyerek kaç kere ağladığımı ve hala bir şeylerin içinden çıkamadığımı. Nerde değilsem orada yaşadığımı ve sürekli kendime senin bir yerin olmak zorunda değil diye tekrarlayarak The Mistral Noir dinlediğimi hatırlıyorum. Tıpkı Parthenope gibi. Onun kulağımda yankılanan şarkıları gibi.
Gelgelelim ki filmi izlememin ve Napoli’den dönüşümün üzerinden bir yıldan fazla zaman geçti ama ben hâlâ orada ve bu filmdeyim. İçimde hâlâ yaşatmaya çalıştığım evrendeyim. Çünkü ben her şeyden önce Napoli’nin sesine tutuldum. Onun beni çağırdığı melodileri takip ettim. Belki bu yüzden Parthenope’nin hikayesi, benim için bir gençliğin değil, bir sesin ve ne aradığını bile bilmediğin şeyin peşinden giden bir ruhun hikayesi oldu.
Era già tutto previsto. Her şey planlanmıştı. Benim bu şehre aşık olacağım, Sorrentino’nun bu şehirden kaçarak çözüm arayacağı, Parthenope’nin melodilerden örülmüş bir anlatı olacağı. Film boyunca müziğin, mekânın fiziksel sınırlarını aşacağı ve şehrin ruhunu görünür kılacağı. Sorrentino’nun, bu kez müziği bir dekor olarak değil, bir bakışın, bir anının, bir hissin taşıyıcısı olarak kullanacağı. Parthenope’nin yaş aldıkça değişen iç dünyasının da, Napoli’nin ritmiyle sürekli iç içe geçeceği. Dolayısıyla filmin, seyirciye yalnızca bir karakter değil, bir şehrin nasıl “duyulduğunu” da anlatacağı… Her şey planlanmıştı.

Sorrentino Sinemasında Müziğin Sürekliliği
Bazı yönetmenlerin görüntüleri vardır; Sorrentino’nun ise sesleri. Onun filmlerinde müzik yalnızca eşlik etmez; karakterlerle birlikte yürür, bazen onlardan önce gelir, bazen onlarla birlikte susar.
Sorrentino’nun filmografisine baktığımızda, müziğin tek başına bir dramatik unsur değil, bir anlatıcı olduğunu görürüz.
The Great Beauty’de size nerede olduğunuzu unutturacak Roma gecelerinin ritmi olan elektronik parçalar; Youth’ta hatırlamak, unutmak, yaşlılık ve bellek üzerine kurulmuş kırılgan melodiler; ya da È stata la Mano di Dio’da Napoli’nin mahalle sesleri…
Sorrentino’nun müziği, mekânı ve zamanı birleştirir. Film boyunca ritimler değişir, tempo yükselir veya düşer; tıpkı hayat gibi, tıpkı hatıralar gibi. Müzik, hem karakterin iç dünyasını açığa çıkarır hem de izleyiciyi şehrin, mekânın ve duygunun tam ortasına taşır. Sorrentino’da müzik, yalnızca bir eşlik değil; bir anlatıcı, bir rehber ve bir duygu haritasıdır.
Her filminde müzik aslında bir unsurdan ziyade hikâyenin kendisidir. Müzik mekânın kendisine dönüşmüştür. Sadece buna açık olanlar o müziği hisseder, koklar, görür, ağlar, üzerine delicesine konuşmak ister…

Mit ile Ben Arasında İnce Bir Hat
Filmin Parthenope’si, adını taşıdığı mitolojik figürün izlerini sessizce taşır. Yunan mitolojisindeki Parthenope, şarkısıyla insanları kendine çağıran üç sirenden biridir; Odysseus’u baştan çıkaramadığında bedenini Napoli kıyılarına vuran, bir kentin sessiz kurucu annesi. Sorrentino’nun Parthenope’si de benzer bir çağrının içinde yürür film boyunca: hem duyan hem duyuran, hem kaybolan hem başlayan bir figürdür. Sirenin büyüleyici sesi bu kez filmde müziğe değil, karakterin iç dünyasına dönüşür. Napoli’nin her köşesinde duyulan ritim, sanki mitolojik Parthenope’nin yüzyıllar önce söylediği yarım kalmış bir şarkının yankısıdır.

Napoli’nin Sesi: Bir Şehrin İç Ritmi
Napoli’yi anlamak için önce onu duymak gerekir — çünkü bu şehir önce kulağa, sonra kalbe işler. Parthenope filminde duyduğum her şarkı, şehrin hafızasına açılan ince bir kapı gibiydi. Sanki Napoli, sokaklarında yürüyen her insanın nefesini, evlerin pencerelerinden sızan her hikâyeyi kendi ritmine ekleyen dev bir canlı organizmaydı; tıpkı filmde profesörün oğlu gibi. Delicesine ağlama hissi uyandıran bir organizma.
Film boyunca Napoli sürekli duyulan bir mekan hâline geliyor. Filmi izlerken gözlerinizi kapatsanız bile müzik, size bütün hikâyeyi anlatabilecek kadar cesur ve öylesine kendinden emin. Çünkü Napoli’de ışığın bile sesi var gibi.
Napoli, film boyunca bazen hafif bir gitarın eşlik ettiği lirik bir hatıraya, bazen 70’lerin pop şarkılarıyla hareketlenen bir gençlik coşkusuna dönüşür. Mekân her sahnede yeniden “duyulur”; izleyici, şehri önce kulaklarıyla tanır. Bu nedenle Parthenope, görsel bir film olduğu kadar akustik bir deneyimdir.
Filmdeki müziklerin ortak bir niteliği vardır: Duygunun nabzını tutarlar.
Bir sahnede tempo düşüyor ve şarkı, karakterin içindeki yorgunluğun ağırlığını taşıyor. Başka bir sahnede ritim hızlanıyor, Parthenope’nin özgürlük arzusuna eşlik ediyor. Bu geçişler, Napoli’nin kendi doğasına çok benziyor: bir an durağan, bir an taşkın; bir an melankolik, bir an capcanlı.
Parhenope’nin İç Dünyası: Müziğin Gövdesine Sarılmış Bir Yaş Alma
Parthenope’un gençlik dönemine eşlik eden parçalar, hafif, dalgalı ve naif bir tonda ilerler. Filmin erken bölümlerinde duyulan Napoli’ye özgü ritimler — tarantellanın hafifliği ya da sokaktan taşan gitar melodileri — karakterin merakını, hayata duyduğu açıklığı temsil eder. Bu sahnelerde müzik, özgürleşmenin sesidir.

Yaş aldıkça ton koyulaşır. Kayıp, özlem ve büyümenin sessiz ağırlığı klasik müzik ve daha geniş tınılarla kendini gösterir. Bazı sahnelerde ise Sorrentino, müziği bilinçli olarak boşaltır: sessizlik, karakterin duygularını mekânın gürültüsünden ara sıra ayırır; sanki Napoli bile bir anlığına nefesini tutar. Sorrentino’nun o cesur sessizlikleri…
Şehir, karakterin içinden geçerken sesini değiştirir adeta.
Müzik-Mekan-Karakter Üçgeni
Parthenope’de müzik, karakteri mekâna bağlayan bir bağ dokusu işlevi görür. Parthenope’nin değişen ruh halleri, şehirle olan bağının değişimini de açığa çıkarır.
Parthenope’de müzik, mekân ve karakter arasındaki ilişki yalnızca estetik bir tercih değil; filmin anlatısal ve duygusal omurgasını belirleyen temel bir yapıdır. Michel Chion’un audio-vision kavramına göre, ses ve görüntü arasındaki ilişki yalnızca eşlik eden bir fenomen değil, anlamı ve duyumu yapılandıran bir araçtır. Sorrentino’nun filminde de müzik, klasik anlamda bir arka plan olmaktan çıkarak mekânın duyulur bir form kazanmasını sağlar. Napoli, ses aracılığıyla bedenleşir; R. Murray Schafer’in soundscape kuramında işaret edildiği gibi, filmde mekân önce işitilir, sonra görünür.
Filmde duyduğumuz her melodi, şehrin topografyası kadar belirgindir. Açılış sahnesinde Parthenope sahile yürürken hafif akustik gitar tınıları, karakterin dinginliğini ve mekânın ritmini birlikte taşır. Sokaktaki martılar, dalgaların çarpması ve gitar melodisi birleşerek Napoli’yi yaşayan bir akustik şehir hâline getirir. İzleyici, mekânı önce kulaklarıyla tanır; şehir görsel bir arka plan olmaktan çıkar ve karakterin iç dünyasıyla bütünleşen canlı bir varlık hâline gelir. Şehir adeta koşuyordur, ağlıyordur, kendi sesini dinliyordur…

Gençlik sahnelerinde çalan 70’ler pop şarkıları, hem dönemsel bir bağ kurar hem de Parthenope’nin enerjisini ve toplumsal ritmini yansıtır. Meydanlarda, sokak kafelerinde yükselen ezgiler, karakterin duygusal ritmiyle birleşir. Henri Lefebvre’in mekânın sosyal üretimi teorisine uygun olarak, müzik mekânı biçimlendirir; mekân karakterin duygusal deneyimini şekillendirir. Uzun gece sahnelerinde ise çello ve yaylıların derin tınıları, karakterin yalnızlık ve geçmişe dönük hatırlamaları ile mekânın genişleyen sessizliği arasında bir köprü kurar. Gilles Deleuze’ün sinema zaman-mekân analizine göre, zaman yavaşlar, mekân genişler ve müzik karakterin iç sesiyle birleşir.
Bu akustik üçgen aynı zamanda mitolojik yankılar taşır. Parthenope’un adını aldığı siren, Yunan mitolojisinde Odysseus’u çağırmaya çalışan ama başarısız olan bir figürdür ve bedeni Napoli kıyılarına düşer. Filmdeki müzik, mitolojik Parthenope’nin yarım kalmış şarkısını yeniden canlandırır; hafif gitar tınısı, pop şarkıları ve klasik müzik, bir sirenin kaybolan sesiyle karakterin içsel çağrısını birleştirir. Böylece karakterin deneyimi, mekânın tarihi ve kültürel hafızasıyla, mitolojik bir yankıya dönüşür. Parthenope’un iç sesi, Napoli’nin sesiyle karışır; şehir ve karakter birlikte duyulur, izleyici hem mitolojik hem güncel bir şehrin ritmine dahil olur.
Sonuç olarak film, müzik, mekân ve karakterin birbirini dönüştürdüğü ve mitolojik bir bağla güçlendiği duyulur ve hissedilir bir deneyim alanı yaratır. Sorrentino, Parthenope’de yalnızca bir karakteri veya bir şehri anlatmaz; bir şehrin akustik belleğini, bir karakterin içsel ritmini ve antik bir çağrının yankısını aynı anda görünür kılar. İzleyici, filmi sadece izlemekle kalmaz; Napoli’nin kalp atışını, Parthenope’nin iç melodisini ve mitolojik çağrının sessiz ama derin yankısını birlikte deneyimler.

Bir Şehrin Yankısı
Filmde Parthenope’ye sürekli ne hakkında düşündüğü soruluyor. Parthenope’nin cevabı çok basit: “Diğer her şey hakkında.” Düşlerden düşlere dolaşmasına imkan tanıyan arabasında her nerede değilse orayı düşünüyor. Her ne hissetmiyorsa onu düşünüyor. Her ne yaşamadıysa onu düşünüyor. Sadece lanetlenmiş olan bizler her zaman diğer her şey hakkında düşünürüz.
Parthenope’nin deneyimlediği her duygunun, Napoli’nin seslerle örülü dokusuna sinmesini düşünürüz; karakterin, şehir tarafından duyumsanan bir özneye dönüşmesini düşünürüz. Buna izin verirsek başımıza gelecek olan da budur.
Sorrentino, Napoli’yi bir dekor olmaktan çıkarıp bir müzik hâline getirdi.
Bu müzik bazen neşeli, bazen hüzünlü, bazen dalga sesi kadar hafif, bazen bir çello kadar ağır…
Ama her zaman “yaşayan” bir müzik.
Parthenope’un hikâyesi büyüyor, inciniyor, susuyor, yeniden başlıyor.
Tıpkı şehir gibi.
Tıpkı hayat gibi.








Müzik eşliğinde yazıyı okumak ayrı bir keyif verdi. Film izlemek için hemen hazırlık yaptım. Çok güzel bir yazı olmuş yüreğine sağlık.